İLİM NEDİR? - ALTUNTOP.ORG
* İLİM NEDİR?
İLİM NEDİR
**
Alm.
Wissenschaft (f),
Fr.
science,
İng.
Knowledge,
science. Eşyânın ve olayların
idrâki, kavranması; maddî mânevî sırlara vâkıf olma ve bilme.
İlim, lügatte “bilmek” demektir. İlmin çok çeşitli târifleri
yapılmıştır. Bu târiflerden bâzıları şöyledir:
“Varlığı mevcûd
olan bir şeyin kesin olarak kabûl edilmesidir.”
“Bir şeyin sûretinin, şeklinin akılda meydana gelmesidir.”
“Akıl sâhibi olan insanın, kendisinin dışında bulunan şeyleri
olduğu gibi kavramasıdır.”
“İnsanın bir şeyin mânâsına ulaşmasıdır.”
İlim, insanın sonradan elde ettiği bir sıfatıdır. İlim, aynı
zamanda Allahü
teâlânın sıfatlarından biridir. Fakat O’nun ilmi,
yarattıklarınınki gibi değildir. Allahü
teâlânın ilmi, ezelî ve ebedî olup,
başlangıcı ve sonu yoktur. O herşeyi
bilir, O’nun ilmi, herşeyi
kuşatmıştır. Fakat insanın ilmi, meydana gelişi, kazanılması
bakımından bâzı şekiller arz etmektedir. Aklın, düşünmeden elde
ettiği bilgilere “bedihî ilim” denir. Hesâba, tecrübeye (deneye)
dayanan bilgilere “istidlâlî ilim” denir. Fen bilgileri
böyledir. Duygu organlarıyla elde edilen bilgilere de “zarûrî
ilim” denmektedir. Görmekle, işitmekle, tatmakla, dokunmakla ve
duymakla elde edilen bilgiler böyledir.
Arapça olan “ilim”, “mârifet” ve “şuûr” kelimelerinin mânâ
bakımından birbirine yakınlıkları vardır. İlim bilmek; mârifet
tanımak, şûur idrak etmek, akılla kavramak demektir. Bu
kelimelerden türeyen “âlim, ârif ve şâir” kelimelerinde de bu
mânâlar mevcuttur. “Ulemâ”, âlim kelimesinin çoğulu olup,
âlimler (bilenler) demektir. İlim kesbîdir,
yâni sebeplere yapışarak, çalışarak elde edilir. Mârifet, keşif
ve ilham ile hâsıl olur. Mârifet, kalbe doğan bir nûrdur,
çalışmadan ele geçen ilâhî ihsânlar, lütuflardır. Bunlara “vehbî
ilimler” veya “meârif-i
ledünniyye,
meârif-i ilâhiyye ve
hakâyık-ı
Rabbâniyye” de denir. İlim, üstâddan,
yâni bir bilenden öğrenilir. İlâhî mârifetler, yâni
Allahü teâlâyı
tanımaya yarayan bilgiler, keşif ve ilhâm ile hâsıl olur.
Bunlara kâmil ve mükemmil
(tasavvufta yetişmiş ve yetiştirebilen) bir rehberin
yetiştirmesiyle kavuşulabilir. Tasavvuf bilgileri, keşif ve
ilhâm ile hâsıl olan mârifetlerdir. Dinde ibâdetler diğer
işlerle ilgili bilgiler ve fen bilgileri âlimden (hocadan)
öğrenmekle elde edilir.
İlmin Târihçesi
İlim, insanlık târihi ile birlikte başlamıştır. Akıl ve idrâk
sâhibi olan insan, kendisinin ilgi sâhasına giren her hususta
bilgi sâhibi olmak istemiş ve buna ihtiyâç da duymuştur. Bu
bilgiyi, ya kendi tecrübesiyle veya
güvenilir bir kaynaktan öğrenmekle elde etmiştir.
Yeryüzünde yaratılan ilk insan hazret-i Âdem’dir. Bütün
insanların babasıdır. Çocuklarına Peygamber oldu. Cebrâil
adındaki melek, kendisine on iki defâ geldi ve
Allahü teâlâdan
kitap getirdi. Hazret-i Âdem’e oruç, namaz, gusül
abdesti gibi din bilgileri yanında;
fizik, kimyâ, tıp, eczâcılık, matematik bilgileri ile çeşitli
diller öğretildi. Çocukları çeşit çeşit
dillerle konuştu. Zamânında Süryânî, İbrânî ve Arap dilleri ile
kerpiç üzerine kitaplar yazıldı. Yaratılan her şeyin isimleri ve
faydaları kendisine bildirildi. İhtiyaç duydukları zaman
kullandılar. Daha sonra gelen peygamberler, insanların
ihtiyaçlarını giderecek bilgileri onlara öğrettiler. Meselâ,
çift sürüp ekin ekmeyi hazret-i Âdem’den, elbise dikmeyi
hazret-i İdris’ten, gemi yapmayı
hazret-i Nûh’tan öğrendiler. Bütün bunlar,
Kur’ân-ı kerîm’de bildirilmekte ve ilk
insanların ilimsiz ve medeniyetten uzak kalmadıkları
görülmektedir. Bugünkü târihî araştırmalar, eski insanların bir
çok medeniyetler kurduğunu, fakat harplerin, yer ve gök
âfetlerinin ve uzun bir zamânın geçmesi
netîcesinde yıkılıp yok olduklarını haber vermektedir.
Eski Mısır’da ilim ve tekniğin mâzisinin M.Ö.5000 yıllarına
kadar çıktığı târihî araştırmalardan anlaşılmaktadır. Mısırlılar
kendilerine mahsus bâzı rakamlarla hesap işlemleri yapıyor, bâzı
âdî kesirlerden faydalanıp üçgen ve dörtgenlerin yüzölçümlerini,
pramitlerin hacimlerini
hesaplayabiliyorlardı. Böylece geometri ilminden istifâde ile
Nil taşkınlarından sonra bozulan
arâzi taksîmâtını yeniden düzenliyor ve “tanrı” yerine
koydukları firavunlar için meşhur ehramları inşâ
edebiliyorlardı. Onların ayrıca, hiyeroglif yazısı için
kullanılan papirüs, mumya yapımı, süs, güzellik ve sağlık için
hayli ileri bir tıp, kimyâ ve eczâcılık bilgisine
sâhib oldukları anlaşılmaktadır.
Eski Mısırlılar gök olayları hakkında geniş mâlumâta sâhiptiler.
Yıldızlar konusunda çok geri olmalarına rağmen, Ayın periyodik
olarak gösterdiği safhaları göstermişler ve güneşin
hareketlerini dikkatle inceleyerek bir yıl içindeki yükselme ve
alçalmalarını tesbit etmişlerdir.
Ayrıca dört yön üzerinde kesin bilgi sâhibiydiler. 365 günlük ve
12 aya bölünmüş bir güneş takvimini kullanmışlardır. Bu takvim
M.Ö. 4200 yıllarına kadar uzanmaktadır.
Mezopotamya’da ise, Eski Mısır medeniyetiyle çağdaş olan hayli
ileri bir medeniyet yaşanmıştır. Sümer,
Bâbil kavimleri bilhassa matematik ve astronomide
Mısırlıları geçerek matematikte 60’a
kadar ondalık sistemi, yukarısı için 60 tabanlı sistemi kurmuş
ve kullanmışlardır. Ayrıca çarpma, bölme, kare, karekök ve
küpkök cetvelleri hazırlamışlardır.
Dâireyi 360 dereceye bölerek gök mekaniği hesaplarında
faydalanmışlar, bir günü 24 eşit zaman birimine, bunu da 60 eşit
parçaya ayırmışlar, M.Ö. 4700
yıllarına kadar çıkan bir takvim kullanmışlardır. Sümer-Bâbil
Kavimleri Takvimi adıyla bilinen bu takvimde bir yıl 29 ve
30 günlük 12 kamerî aya ve 354 güne bölünmüştür. Ayrıca güneş
yılının bundan uzun olduğunu gördüklerinden her üç yılda bir
kamerî takvime bir ay ilâve etmişlerdir.
Sümer ve Bâbil
kavimleri yıldız hareketlerinin insanların hareketlerine etkili
olduklarına inanarak bu yolda çalışmışlar, ayrıca güneşin, ayın
ve gözleyebildikleri beş gezegenin hareketlerini özel fen
âletleriyle tâkib ederek,
hesaplarını çıkarmışlar, güneş ve ay tutulmalarını önceden
tahmin etmişlerdir.
Bütün bunlar ve bâzı tıp-eczâcılık bilgileri ile
cebiri hatırlatan temel bilgiler,
Mezopotamya kavimlerinin bıraktığı çivi yazılı killi topraktan
mâmul kabartmalardan anlaşılmaktadır.
Eski İyonya ve Yunan’da ilmî
çalışmaların temelini Mısır ve Mezopotamya kavimlerinden
istifâde ederek kuran Thales, bâzı
astronomi bilgileri ve matematikte üçgenlerin alanlarını
hesaplama işlemini ifâde eden teoremi ortaya koymuştur. Mısır ve
Bâbil kaynaklarından geniş şekilde
faydalanan bir başka bilgin Phythagorius,
hipotenüs karesi ile ilgili problemi açıklamış, sayılar üzerinde
çalışmıştır. Her bilgiyi ve bu arada astronomiyi de akılla
ölçmeye ve aklî delil ve îzahlara dayandırmakta oldukça ileri
giden İyon ve Yunan bilginleri, “tanrı, kâinâtın yaratılışı,
hayat” gibi konularda da aynı yolu tutup, her şeyi akılla
çözmeye kalkışmışlar ve böylece eski Yunan felsefesi ortaya
çıkmıştır. Ayrıca coğrafya dalında
Miletoslu Hekataios, tıp ve
anatomi dalında da Galen (Calinos)in
fikirleri Orta Çağda Avrupa’da mûteber tutulmuştur.
Atina’da ilim hayatı denilince akla felsefe gelir. Asırlar
boyunca bu sâhada yapılan ısrarlı çalışmalar; Aristo, Eflatun,
Sokrat gibi filozofun yetişmesine sebeb
olmuştur. Bunların ve öğrencilerinin kurduğu felsefe ekollerinin
gittikçe yaygınlaşması netîcesinde ilk çağlarda ilim üzerinde
yapılan çalışmalar, daha çok felsefî mâhiyete dönüştü. Bilhassa
Yunan ve Roma’da bir çok filozoflar, beğendikleri düşünceleri
hakikat olarak anlatıyorlar, yaldızlı ve heyecan verici sözlerle
insanları kandırıyorlardı. Felsefe netîcede, sırf akla dayandığı
için eski Yunan felsefesi başlıbaşına
bir ilim değildi. AyrıcaEflatun gibi
felsefecilerin, ilmi, peygamberlerden ve onların bildirdikleri
kitaplardan aldığını İslâm âlimleri kitaplarında
bildirmişlerdir.
Ortaçağda Avrupa, ilim ve
medeniyet bakımından tamâmen karanlık bir devir yaşamıştır. Bu
zamanda insanların, her sâhadaki ilim ile uğraşabilmesi,
Hıristiyan papazlarının tekelindeydi. Onlar bu hususta kimseye
izin vermiyorlardı. Avrupalılar, dünyâ tepsi gibi düz, etrâfı
duvar çevrili zannederken; Müslümanlar, yer küresinin yuvarlak
olup döndüğünü buldular. Galileo (1564-1642) İslâm âlimlerinin
kitaplarından okuyarak öğrendiği, “Dünyânın yuvarlaklığı ve
batıdan doğuya doğru döndüğü” hakîkatını
söyleyince, papazlar tarafından aforoz edilmiş, hapsedilerek
öldürülmesine karar verilmişti. Kopernik
(1473-1543) ve Newton’un (1642-1727) başına gelenler de bundan
az değildir.
Avrupa’da ancak mîlâdî 1500 yıllarından sonra ilmî çalışmalara
başlanmıştır. Çünkü onlar bu sıralarda, harpler ve çeşitli
sebeplerle Müslümanlarla sık sık
temaslarda bulunmuşlar, onları yakından görerek ahlâkına, ilim
ve medeniyetlerine hayrân kalmışlardır. Sulh zamanlarında İslâm
ülkelerini ziyâret ederek gördüklerini, kendi memleketindeki
insanlara, bilmedikleri ve hiç duymadıkları şeyleri
anlatmışlardır. Temizliği, hastalıkların tedâvisini bilmeyen
Avrupalılar, Müslümanların kurdukları
hastahânelerde tedâvi olmaya gelmişlerdir. Nitekim
Fransız İmparatoru Napolyon, 1798’de Mısır’daki
Akka Kalesini kuşattığı zaman,
askerleri arasında başgösteren çiçek
hastalığından kurtulmak için, biraz önce savaştığı Müslüman
Türklerden yardım dilemiştir. Merhamet isteyen, düşmanının bile
yardımına koşan Müslüman Türk hekimleri, Fransız askerlerini bu
felâketten kurtarmışlardır. Târih kitapları, bunun gibi
pekçok olayı yazmaktadır. Aynı çağda
Müslümanlar, her türlü ilimde, fen ve sanatta en yüksek
medeniyet eserleri meydana getirmişlerdir.
AyrıcaEmevîler İslâm dînini, İspanya’dan, Avrupa’ya
soktu. Fas, Kurtuba ve Gırnata
üniversitelerini kurup, batıya ilim ve fen ışıkları saldı.
Hıristiyanlık âlemini uyandırıp, bugünkü ilim ve
teknikdeki ilerlemenin temelini
attı. Dünyâ yüzündeki ilk üniversitenin, Fas’ın
Fez şehrinde bulunan
Kayrevan Üniversitesi olduğu bütün
ansiklopedilerde yazılıdır. Bu üniversite 859 (H.244) yılında
kurulmuştur.
Endülüs SultanıÜçüncü
Abdurrahmân (M.829-903) kendisi ve
devlet adamları ilim ve edep sâhibiydiler. Âlimlere ve ilme çok
kıymet verirdi. Bunun için Endülüs’te ilim ve fen çok ilerledi.
Saray ve devlet dâireleri birer ilim yuvası oldu. Her
memleketten ilim öğrenmek isteyenler akın
akın Kurtuba’ya geldiler.
Kurtuba’da büyük ve mükemmel bir tıp
fakültesi kuruldu. Avrupa’da ilk yapılan tıp fakültesi budur.
Avrupa kralları ve devlet adamları, tedâvi için
Kurtuba’ya gelir; gördükleri
medeniyete, güzel ahlâka, misâfirperverliğe hayran kalırlardı.
Üçüncü Abdurrahmân ayrıca 600.000
kitap bulunan bir kütüphane de yaptırdı.
Kurtuba’da çok sayıda derin âlimler yetişti. Osmanlı
Türkleri, İslâm dînini doğudan, Avrupa’nın ortalarına kadar
yaydılar, ilimde ve teknikte, bütün dünyâya ışık tutan muazzam
medeniyet eserleri meydana getirdiler.
Avrupalılar, Müslümanlarla olan bu temasları sonucunda, dinlerinin
yanlışlıklarla ve hurâfelerle dolu olduğunu, ilimde ve teknikte
çok gerilerde bulunduklarını anladılar. Papazların halk
üzerindeki nüfûzunu azaltmak ve dinlerini hurâfelerden kurtarmak
için reform (dînî değişiklik) hareketlerine giriştiler. Bu
hususta 1555’te Martin Luther’in ve
Calven’in öncülük yaptığı pek
meşhurdur. Bunun yanında fen bilgilerinin çoğunu ve hepsinin
temelini İslâm kitaplarından öğrenen Avrupalılar, ilimde ve
sanatta Rönesans hareketi adı altında bir takım yeniliklere
başladılar.
Hâlbuki bütün ortaçağ boyuncaİslâm
âlemi ilmin, sanatın, fen ve tekniğin merkezi olmuştu.
Matematik, fizik, kimyâ, tıp, astronomi ilimleri ve bunların
dalları üzerinde birçok eserler yazılmış ve o günün eğitim
müesseseleri, üniversiteleri olan medreselerde ders kitabı
olarak okutulmuştur. Bu ilimleriAvrupalılar,
İslâm memleketlerinde okuyup tahsil ettikten sonra
öğrenmişlerdir. Bu çağda Müslümanların ilme hizmetleri
sayılamayacak kadar çoktur. Avrupa’daki
rönesans hareketinin başlaması, Müslümanlardan
öğrendikleri ilimler sâyesinde olmuştur. On dokuzuncu asra kadar
Osmanlı medreselerinde fen dersleri okutuluyordu. Aydın din ve
fen adamları yetişiyordu. Dünyâya önderlik ediyorlardı.
Tanzimatçıların fen derslerini medreselerden kaldırmasıyla bu
sâhadaki çalışmalar tamâmen durdu ve batı, doğuyu
sür’atle geçti.
On sekizinci asrın ikinci yarısından
îtibâren buharlı gemilerin bulunması, yeni harp vâsıtalarının
yapılması ve bunları tâkib eden
diğer teknik buluşların ortaya çıkması ile ilimde, teknikte pek
sür’atli ve muazzam buluşlar
yapıldı. Fizik ve kimyâda, tıpta, astronomide akılları
durduracak bu keşifler, yepyeni ufukların açılmasını sağladı.
Atomun parçalanıp büyük nükleer güçlerin meydana gelmesi, uzay
çalışmalarının başlaması ile yeni bir çağ başladı.
İslâm Dîninde İlim
İslâmiyet, ilmin tâ kendisidir.
Kur’ân-ı kerîm’in
birçok yerinde, ilim emredilmekte, ilim adamları övülmektedir.
Meselâ Zümer sûresi dokuzuncu
âyetinde meâlen; “Bilenlerle
bilmeyenler hiç bir olur mu? Bilenler elbette kıymetlidir!”
buyruldu.
Resûlullah’ın (sallallahü
aleyhi ve sellem), ilmi öven ve
teşvik buyuran sözleri, o kadar çok ve meşhurdur ki, başka dinde
olanlar da bunları biliyor. Meselâ İhyâu
Ulûmiddîn,
İbn-i Mâce’nin
Sünen’inde ve
Mevdû’ât-ül-Ulûm
kitaplarında, ilmin fazîleti anlatılırken, “İlmi, Çin’de de
olsa, alınız!” hadîs-i şerîfi yazılıdır. Yâni dünyânın en
uzak yerinde ve kâfirlerde de olsa, gidip ilim öğreniniz! Bir
hadîs-i şerîfte de; “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz,
çalışınız.” buyruldu. Yâni bir
ayağı mezarda olan seksenlik ihtiyarın da çalışması lâzımdır.
Öğrenmesi ibâdettir. Peygamberimiz: “Yârın ölecekmiş gibi
âhirete ve hiç ölmeyecekmiş gibi
dünyâ işlerine çalışınız.” buyururken diğer hadîs-i
şerîflerde de: “Bilerek yapılan az bir ibâdet, bilmeyerek
yapılan çok ibâdetden daha iyidir”
ve “Şeytanın bir âlimden korkması, câhil olan bin
âbidden korkmasından daha çoktur”
buyurmuştur. İslâm dîninde kadın, kocasının izni olmadan
nâfile hacca gidemez. Sefere, misâfirliğe gidemez. Fakat, kocası
öğretmezse ve izin vermezse, ondan izinsiz, ilim öğrenmeğe
gidebilir. Görülüyor ki, Allahü
teâlânın sevdiği, büyük ibâdet olan
hacca izinsiz gitmesi günâh olduğu hâlde, ilim öğrenmeye izinsiz
gitmesi günâh olmuyor. Her Müslümanın
önce din, sonra dünyâ bilgilerini öğrenmesi lâzımdır.
İlim hakkındaki hadîs-i şerîflerde
buyruluyor ki:
Allahü
teâlâ bir kimseye iyilik etmek
isterse, onu dinde âlim yapar ve ona doğru yolu ihsân eder.
Ümmetimin âlimleri İsrâiloğullarının
peygamberleri gibidir.
Temiz ve müttakî (Allahü
teâlâdan korkan, haramlardan
sakınan) bir âlimin arkasında namaz kılan,
İsrâiloğullarının peygamberlerinden
birinin arkasında namaz kılmış gibidir.
Göklerde ve yerde olanlar, âlim için istiğfâr ederler.
Peygamberlik derecesine en yakın olan insanlar din âlimleridir.
Çünkü din âlimleri, insanları peygamberlerin gönderildikleri
şeye çağırırlar.
Ümmetimden iki kısım insan iyi olursa, insanlar da din
husûsunda iyi olur. Bunlar âlimler ve devlet reisleridir.
Âlimin âbid
üzerine üstünlüğü, benim sizin en aşağınız üzerine olan
üstünlüğüm gibidir.
Kıyâmet gününde üç kısım kimse şefâat eder. Peygamberler,
sonra âlimler, sonra şehîdler.
Âlimle âbid arasında yüz derece
vardır. İki derecenin arası yetmiş senelik mesâfedir.
Allahü
teâlânın Cehennem’den
âzâd ettiklerine bakmak isteyen,
ilim talebesine baksın! Nefsim yed-i kudretinde olan
Allahü teâlâya
yemin ederim ki, bir âlimin kapısına giden ilim talebesine her
adımı için Allahü
teâlâ bir yıllık ibâdet sevâbı yazar
ve Allahü
teâlânın Cehennem ateşinden âzâd
ettiği kullarından olduğuna melekler şâhitlik eder.
İlim öğrenmek, erkek ve kadın her
mü’mine farzdır.
Ey Ali! Ya âlim ol,
ya ilim talebesi ol, yâhut da
dinleyici ol. Dördüncü olma, helâk olursun!
Müslümanların öğrenmesi lâzım olan ilimlere“Ulûm-i
İslâmiyye” (İslâm bilgileri)
denilerek önce ikiye ayrılmıştır. Bunlardan birincisine “ulûm-i
nakliyye”, ikincisine “ulûm-i
akliyye”denir.
Ulûm-i nakliyye: Yüksek din
bilgileri olup, 8 büyük kısma ayrılır: İlm-i
tefsîr, İlm-i usûl-i hadîs,
İlm-i hadîs,
İlm-i usûl-i kelâm, İlm-i
kelâm, İlm-i usûl-i fıkıh,
İlm-i fıkıh,
İlm-i tasavvuf (ilm-i ahlâk)
şeklinde sıralanan bu sekiz ana ilim de kendi içlerinde bir çok
dala ayrılır.
Erkek ve kadın her Müslümanın bu
sekiz bilgiden kelâm, fıkıh ve tasavvuf bilgilerinde lüzumu
kadarını öğrenmesi farz-ı ayndır. Bu
bilgilerin kaynağı dörttür ve buna; “edille-i
şer’iyye” denilir. Bu bilgiler
zamanla değişmez. Bir insan kendi görüşü ile bu bilgilerde
değişiklik yapamaz.
Ulûm-i akliyye: Bunlara
tecrübî ilimler de denir. Bunlar:
Fen bilgisi ve edebiyât bilgisi olmak üzere ikiye ayrılır.
Bunları Müslümanların öğrenmeleri farz-ı
kifâyedir. Herkes kendi mesleği ile ilgili ilimleri
tahsil etmeli, mümkünse mütehassıs olmalıdır. Bunlar zamanla
değişebilir. Çeşitleri çoğalıp sayıları da artabilir. Bunlar
akıl yoluyla elde edilen bilgilerdir. Aklî ilimlerle ilgili en
mükemmel çalışmaları da yine Müslümanlar yapmıştır. Çeşitli
ilimler, bunların mevzuları, kaynakları, bunlar üstüne yazılmış
kitaplar ve yazarları hakkında bir çok eser telif edilmiş,
içlerinden Keşf-üz-Zünûn
gibi yüzlerce ilmin sayıldığı ve yeterli mâlumâtların verildiği
kitaplar bütün dünyâca meşhur olmuştur. Mevdûât-ul-Ulûm
kitâbında 500’den fazla ilmin tasnifi yapılmıştır.
İslâmiyette
İlim Elde Etme Yolları
İnsanın her şeyi bilmesi, üç vâsıtadan birisiyle elde edilir.
Bunlar:
1. His (duygu) organı: His organları göz, kulak, burun,
dil ve deri olmak üzere beştir. Bunların hastalıklardan sâlim
olduğu zaman, bir şey hakkında elde ettiği bilgiye
güvenilebilir. Gözün, renk körü olduğu zaman gördükleri
yanlıştır. Sinir sisteminin bozuk, nezle ve grip olduğu zaman
derinin duyarlılığı azalır.
2. Akıl: Akıl ile bilmek iki şekilde olur. Düşünmeden hemen
bilinirse “bedîhî” denir. Düşünmekle bilinirse, “istidlâlî”
denir. Her şeyin, kendi parçasından büyük olduğunu bilmek
bedîhîdir. Hesapla elde edilen bilgiler, istidlâlîdir.
His (duyu) organları ve akıl ile birlikte elde edilen bilgilere
(tecrübî bilgi) denir. Bunlar,
çeşitli deneyler sonucu elde edilen bilgilerdir. Aklî ilimler
yâni fen bilgileri, his (duyu) organları ve akıl ile tecrübe
edilerek elde edilir.
3. Güvenilir haber: Buna “haber-i sâdık” da denir. Din
bilgileri bu yolla bilinir. Güvenilir haber ikidir:
a) Tevâtür haberleri: Her asrın güvenilen
insanlarının hepsinin söylemesidir.
b) Peygamber haberleri: Peygamberlerin,
Allahü teâlâdan
vahiy yoluyla alıp, insanlara bildirdiği bilgiler.
İmâm-ı Gazâlî, El-Münkızü-ani’d-Dalâl
kitabında diyor ki: “Akıl ile anlaşılan şeyler, his organlarıyla
anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı
gibi, akıl da peygamberlik makâmında anlaşılan şeyleri
kavramaktan âcizdir. İnanmaktan başka çâresi yoktur. Akıl,
anlayamadığı şeyleri nasıl ölçebilir? Bunların doğru ve yanlış
olduğuna nasıl karar verebilir?
Nakil yoluyla anlaşılan, yâni peygamberlerin söyledikleri
şeyleri, akılla araştırmaya uğraşmak, düz yolda güç giden, yüklü
bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamaya benzer. At, yokuşa
doğru kamçılanırsa, ya yıkılıp
çabalaya çabalaya canı çıkar, yâhut
alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa sola ve geriye
kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyâlar harâb
olur. Akıl da, yürüyemediği, anlayamadığı
âhiret bilgilerini çözmeye zorlanırsa,
ya çıldırır veyâ bunları alışmış
olduğu, dünyâ işlerine benzetmeye kalkışarak yanılır, aldanır ve
insanları da aldatır. “Akıl; his kuvveti ile anlaşılabilen veya
hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri
birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden
ayırmaya yarayan, bir miyardır, bir
âlettir. Bunların dışındakilerin hakîkatlerini anlama hususunda
şaşırıp kalır. O hâlde, Peygamberlerin bildirdikleri şeylere,
akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur. Görülüyor ki,
peygamberlere tâbi olmak, aklın gösterdiği bir lüzumdur ve aklın
istediği ve beğendiği bir yoldur.
** ** ** **
*
KAYNAK :
YENİ REHBER ANSİKLOPEDİSİ’NDEN
ALINDI
****
****